Avusturyalı yazar Barbara Frischmuth, 1960-61 eğitim-öğretim sezonunu Erzurum’da geçirmiştir. Lise tahsilini yaparken “Binbir Gece Masalları”nı okuyup çok sever, bu okumasını ilerletmek ister. Türkoloji okuması gerektiğini söylerler. Türkiye’ye misafir öğrenci olarak geldiğinde “Türkiye’de darbe oldu, üniversiteler kapatıldı. Yalnızca Erzurum’daki üniversitemiz açık.” derler.
Zaten bu dönemde dört beş şehrimizde iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar üniversitemiz vardır. Öğrenci sayısı ise 40-50 bin civarıdır. Erzurum’da iki fakülte açıktır: Ziraat ve Edebiyat. Bir iş kapısı edinmek ümidiyle Ziraat Fakültesi’nin kayıt kuyruğunu hayli uzun hâle getirmiştir öğrenciler. Edebiyat Fakültesi ise sinek avlamaktadır. Muhalif hocalar buraya sürgüne gönderilmiştir, talebeleri de azdır. Barbara Frischmuth, bu sürprizi kabullenir ve bir yılını Erzurum’da geçirir. Frischmuth, Erzurum’dan kendisine kalan en ilginç hatıra sorulduğunda “şehirde bir kurt görmek” tecrübesini sadece burada tattığını söyler. 1960’ların Erzurum’unda bir de ata binmek ister. Erzurum’da bulunan yetkililere tuhaf gelen bu istek de kabul edilir.
Aktardığım bu hatırayı yazarından, Türkiye’ye yıllar sonra bir edebiyat faaliyetinde konuşma yapmak üzere geldiğinde dinledim. Üniversite diplomasını temin ettiği hatırı sayılır statü ve açtığı ekmek kapısına yönelen o Ziraat Fakültesi talebelerini düşünürken birkaç soru da ben sordum bu oryantaliste. 1928 de “Harf devrimi” hakkında ne düşünüyordu? “Büyük bir tarihî geçmişle ve yazılı birikimle irtibat kopmasına neden olsa da modernleşmek için gerekli” görüyormuş Avusturyalı yazar. Elbette bir Avrupalı kendi kültürünün hâkim olmasından memnuniyet duyacaktı, yadırgamadım.
Bugün öyle bir tedrisat sistemi hâkim olmuş ki “meslekî sertifika”nın gurbetçilerine dönmüş vaziyette öğrencilerimiz. Sosyal bilimlerden bir sahada derinleşmek için “yabancı eller” tarafından kurulmuş ve yabancı dille tedrisat yapan üniversitelerimiz dışındaki okullar itibar görmüyor. Elbette bu noktaya bir günde gelinmedi. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın, üniversitelerde öğrenci sayısının artması üzerine yaptığı ve bu konuyu vuzuha kavuşturacak bir tespiti manidardır. “Öğrencilerimin önce bakışlarını kaybettim” diyor Kaplan. Daha sonra büyük amfiler, öğrencilerin yüzünü almıştır hocadan. Aradaki irtibatı gevşetecek unsurlar günden güne artmıştır.
“Gurbete gitmeden ilim öğrenilmez”
Artık bugün üniversitelerimiz 1960’ın icbar ettiği şartların daha katmerlisiyle “geçim derdi”nin büsbütün esiridir. Öğrencilerimiz de bu üniversite kapısının gurbetçileridir. Üniversitenin bu hâlini bilerek tercih yapan gencimiz, “meslekî formasyon”un nimetlerinden istifade edip göremediği “akademik formasyon” için hayıflanıp şikayet etmektedir. Zannetmektedir ki “geçim derdi” kaygısıyla geldiği yerde ilim vardır. Nasıl kendisi ekmeğinin peşine oraya düşmüşse, düştüğü yeri de bu kaygı hesabına katmıştır. Karşısındaki akademisyen de sosyal statüsünün daha da iyi olmasını talep eden “geçim derdi” davasının binlerce ferdinden birisidir. Bu sebepten, yurt dışında yüksek lisansa ve doktoraya gidenler dâhil olmak üzere, gençlerimizin üniversite eğitimi için gidişleri genellikle “medeniyeti, refahı, ilmi” memleketlerine getirmekten ziyade “iş” edinmek, karın doyurmak davasıdır. Gençlerimizinki, gurbete çalışmaya giden işçinin hâlinden daha fiyakalı, daha karmaşık bir başka gurbetçiliktir.
“Hasret çekmeden ilim öğrenilmez”
“Gurbete gitmeden, hasret çekmeden ilim öğrenilmez.” düsturuyla şekillenen klasik ilim öğrenme anlayışımız ise bunun dışında, bambaşka bir manayı taşımaktadır. Eski zamanlarda kolay olmayan o tahsil, kendisi için hicret edilen ilim bambaşka kaygıların, çabaların ürünüdür. Bir hadis öğrenmek için yüzlerce kilometre götüren gayret, eşkıyanın elinden kurtarılan kitapları oturup üç yılda ezberleten gayret ne bugünün üniversite talebeleriyle ne de Erzurum’a gelen Barbara Frishcmuth’un arzusuna benzer. O güzide âlimlerimizin hâli ve ilimle kurduğu irtibat bugün çoğunluğun “yitik malı”dır. Onu, kılık değiştirip müslümanların arasına karışan ve medreselerimizde öğretilen ilimleri kılı kırk yararcasına öğrenen oryantalistler de asla ve asla anlayamayacaklardır.
Bugün, memleketinden ayrılıp üniversite kapılarından ilk defa girince sudan çıkmış balığa dönen gençlerimizin şaşkınlığını ve düştüğü boşluğu bir de bu zaviyeden düşünmemiz gerekiyor. Birçok araştırmayla ortaya koyulan, üniversite devresinde kendini boşlukta hissetme, her şeyi anlamsız bulma, hiçbir şeyden tat almama gibi şikâyetleri olan gençleri bir de bu bilgi üzerinden düşünmek mecburiyetindeyiz. Üniversite kapısından girince, sihirli değneğin kırıldığını fark eden ve hayal kırıklıklarına duçar olan genç arkadaşımız kendi hâline bir de bu zaviyeden bakmalı.
Eğitim hayatının finali, en kıymetli safhası, en çok beklenti yüklenen dönemi olan üniversite eğitiminde “Ben doğru bölümde miyim?” sorusunu soran delikanlı acaba gerçekte sorduğu sorularla hangi ihtiyacına cevap aramaktadır? Dahası şu: Barınma ihtiyacından paraya, artık üniversitede nazarlığa dönüşen sınıfta kalmaktan sosyal münasebetlere kadar üniversite hayatında yaşanan sıkıntıların, niye sıkıntıya dönüştüğünü de biraz bu zaviyeden aramak gerek. Çünkü gurbet gönülde olunca sadece üniversite değil, bütün hayat çekilmez oluyor.
Mehmet Raşit Küçükkürtül
Kaynak: Mostar Dergisi, 103. Sayı