Bize Ulaşın
Mollahüsrev Mh. Taştekneler Sk. No:12
Süleymaniye Fatih/İstanbul
0216 305 04 36

Androidleşmiş Cihazlarız Artık

“Büyük caddelerde dolaşıyorum,ünlüThames Nehri’nin aktığı caddelerde. Rastladığım her insanın yüzündekeder, mutsuzluk ve acınacak bir ifade görüyorum.” William Blake, London (1794)
James Watt’ın, Sanayi devriminin başlangıcı sayılan buharlı makineyi icadının üzerinden otuz bir yıl geçmişken bunları söylüyor William Blake. Aradan geçen 251 yıla rağmen, bu sözleri hatırlatmak da bana düşüyor. Farkında mısınız, bir şeyler bir süredir hiç değişmiyor; her sabah otobüs camına yapışan o ipeksi suratım gibi…
Yaklaşık on beş gündür niye bir işte çalıştığımı düşünüp duruyorum. Sabah dokuzda işbaşı yapıp, akşam altıda eve doğru hareket etmenin üzerine düşünüyorum. Yollarda, duraklarda, metroda hipnotize edilmişçesine, ortak bir hedefe kilitlenmişiz gibi süren hareketlerimizi düşünüyorum. Ve bu benimle hareket eden insanların cinsiyetsizliği… Kadın, artık kadın gibi değil. Erkek, erkek gibi değil. Androidleşmiş canlılarız artık.
Niye çalışıyorum sorusunun cevabı şu: İstanbul’da yaşıyorum. Kirada oturuyorum. Ekip biçeceğim bir bahçem olmadığı için, markette dondurulmuş gıda reyonlarının önünde sıraya giriyorum. En önemlisi benim bir kocam ve çocuğum var.(Filmlerde duyduğum bu cümleyi hep kullanmak istemiştim. Orijinali şöyledir: Adamın birisinin kafasına silahı dayarlar. Soğuk terler boşalmaktadır adamdan, korkuyordur, karşısındaki kişileri vazgeçirmek için şöyle der: Benim bir karım ve çocuğum var. Bu cümleyi kurduktan sonra kurtulanı görmedim. Aaa pardon, bir karın ve çocuğun olduğunu bilmiyorduk, gidebilirsin, kusura bakma, deneceğini mi düşünüyorlar gerçekten!)
Görüldüğü üzere paraya ihtiyacım var. Arkadaşlardan alınan karşılıksız borç da bir yere kadar. Emekli olunca Urla’ya yerleşmeyi düşünüyorum. Müstakil, bahçeli bir evde çocuklarımla, eşimle yaşlanır, ölür giderim, diyorum. Ölmek için huzuru arıyorum yani. 55-60 yaşlarındaki bir hayalden söz ediyorum. Okurken, ‘‘Aaa aynı benim gibi düşünüyor,’’ dediğiniz o büyük çaresizliğimizi anlatıyorum.
Ama yine de bu şekilde bir çalışma düzenine mahkûm olmayabilirdim. 10 yıl önce bir işim ve param yokken daha mutluydum. Dilediğim saatte kalkıyor, istediğim saatte uyuyordum. Geçici işler yapıyor, kazancıma göre harcıyor, rutubetli bir evde oturuyor, çamaşırları ve bulaşıkları elde yıkıyordum. Paramı dikkatli harcıyor, gerçekten okuyacağım ve okunacak kitapları alıyor, onları da sindire sindire okuyordum. Şimdiyse büyük bir açgözlülükle aldığım kitaplar, kapağı bile kaldırılmamış bir halde kütüphanede uyuyor.O zamanlar komşunun verdiği 37 ekran eski bir televizyon işimi görüyordu. Şimdi ise 140 ekran bir LCD televizyonun taksitini ödüyorum 11 aydır. Gelecek ay taksitibitecek inşallah ve ‘‘Benimsin artık, benimsin’’ diye sarılacağım televizyonuma. Yemek için pazar alışverişine çıkar, sebzenin, meyvenin tazesini ve ucuzunu alır, geniş saat dilimlerinde birbirinden nefis yemekler yapardım. Şimdi mi? Hazırdankremalı mantar çorbası,  dondurulmuş taze fasulye, dondurulmuş dana cızbız köfte, dondurulmuş frambuazlı cheesecakele akşam sofrasını kuruyor, yemek bitiminde de  sallama çayla finali yapıyorum.
Bu anlattıklarımın benzerlerini bir şekilde bir yerlerde okudunuz, filmlerde izlediniz. Kapitalist yaşam tarzına getirilen bu eleştiri cümlelerine yabancı değilsiniz. Peki, değişmemekte ısrar eden şey ne? Biz mi? Bizim dışımızdaki bir şey mi? Yeterli olan ne? Ne kadarına sahip olursak yeterli bulacağız?
Neye gerçekten ihtiyacımız olduğuna karar vermekle başlamalıyız. Evet, sabahın köründe tıklım tıklım bir otobüsün içinde terden sırılsıklam olmuş biz vaziyette iken, yanınızdan geçen lüx otomobilin içindeki sigara tüttüren adamı görünce isteklerin sesini kısmak zor. Ama huzura giden yol o sesi kısmaktan geçiyor. Hatta o otobüste olmama seçeneğiniz de hep var. Nasıl?
Sanayi devriminin şekillendirdiği bir dünyada yaşadığımızı kabul ettiğimize göre, o devrimden önceye bakmak yeterli olur. Tüm bunların başladığı yer olan İngiltere’ye dönelim. Friedrich Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabından bir alıntı yapalım: Makineler gelmeden önce hammadde işçinin evinde eğiriliyor, işçinin evinde dokunuyordu. (…) Bu dokumacı aileler, kentlere komşu olan kırsal alanda yaşarlar ve ücretleriyle oldukça iyi geçinir giderlerdi.(…) Ayrıca, evleri kırsal alana yayıldığı için işçilerin kendi aralarında hızlı bir rekabet olasılığı da yoktu. İşte bu çerçevede dokumacı, bir kenara üç-beş kuruş ayırabileceği, boş zamanlarında ekip-biçeceği küçük bir toprak kiralayabileceği, canı istedikçe ve dilediği zaman dokumacılık yapabileceği bir konumda bulunuyordu. (…) İşte böylece, çalışanlar oldukça rahattılar, dindar, dürüst, namuslu ve barışçıl bir yaşam içindeydiler. (…) Aşırı çalışmaları gerekmiyordu; çalışmak istedikleri kadar çalışıyorlar ve gereksindikleri parayı kazanıyorlardı. (…) Çocukları, temiz kır havasında büyüyordu. (…) Onlar için sekiz ya da oniki saat çalışma diye bir şey söz konusu değildi.(*)
Bundan sonrasını biliyoruz. Bizi asıl ilgilendiren, unuttuğumuz bir şey var. Emperyal düzene boyun eğmediği, insanı sömürmeyi reddettiği, sahip olduğu toprakları ve insanları hammadde olarak görüp köleleştirmediği için yıkılan bir Osmanlı Devleti’nin mirası duruyor sırtımızda.Bazı sabahlar işe gitmemek için çalıştırdığım hayal gücümü başka şeyler için kullanabilmeliyim. Patronuma, ‘‘Su borusu patlamış gece, işe gelemeyeceğim.’’ diye orijinal yalanlar üretirken yakalamak istemiyorum kendimi. Başka türlü bir şey mümkün! Tek ihtiyacım cesaret.
Mihriban Eloğlu
Kaynak: Mostar Dergisi, 114. Sayı

Sitemiz daha iyi kullanıcı deneyimi vermek için çerezler kullanmaktadır.