Sosyal Ekonomik ve Kültürel Araştırmalar Merkezi’nin (SEKAM) ‘Gençlik Araştırması’ndan çıkan sonuçlar herkesi çok şaşırtmıştı. Araştırma sonuçlarını değerlendirmek için Umran Dergisi tarafından, araştırmanın proje yönetmenliğini yapan Celalettin Vatandaş ile yapılan röportajı önemine binaen yayımlıyoruz.
***
SEKAM, Türkiye’deki gençliğin özelliklerini, sorunlarını ve beklentilerini konu edinen önemli bir araştırmaya imza attı. Yürütücüsü olduğunuz bu araştırma ile nüfusumuzun dörtte birinin ayrıntılı bir resmini çekmiş oldunuz. Ben araştırmanın özelliklerine geçmeden SEKAM ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Öncelikle SEKAM hakkında ve daha önce yaptığı araştırmalar hakkında bilgi verir misiniz?
SEKAM ismiyle tanınan araştırma kuruluşu, isminin açılımı sosyal, ekonomik ve kültürel araştırmalar merkezi olan bir araştırma kuruluşudur. Araştırma ve Kültür Vakfı’nın bünyesinde, bir vakfın sahip olması gereken sosyal sorumluluk ilkesi gereği kurulmuş bir araştırma birimidir. Türkiye’nin özelliklerini, problemlerini doğru belirleme ve toplumun gelişimine, problemlerin çözümüne doğru önerilerle bulunma amacı ile hareket eden SEKAM, şu ana kadar toplumun yapıtaşı olan aile kurumunu konu edinen ve Türkiye’de ailenin özelliklerini, problemlerini kapsayan önemli ve kapsamlı bir araştırmaya imza attı. Bu araştırmayı takiben aileyi konu edinen ve konuyla ilgili bilim insanlarının, kanaat önderlerinin katılımıyla bir aile sempozyumu düzenledi. Ayrıca Türkiye’de benzeri olmayan bir araştırmanın da yayınlanmasına ve dolayısıyla kamuoyu ile paylaşımına imkân sağladı. Söz konusu araştırma Türkiye’de benzeri olmayan ama Batı toplumlarında oldukça yaygın olan aile hayatının evrelerini belirleme amacı taşıyan Aile Yaşam Döngüsü araştırmasıdır. Anayasa çalışmalarının gündemde olduğu ve birçok sivil toplum kuruluşunun Yeni Anayasa kapsamında önerilerde bulunduğu, anayasa raporları hazırladığı bir dönemde kendi kadim toplumsal değerlerimizi ve parçası olduğumuz dünyanın mevcut durumunu da dikkate alam bir Anayasa Raporu yine SEKAM’ın araştırmaları arasında yerini aldı. Bu raporun diğerlerine göre en özgün tarafını, insanın yaratılış gerçeğini dikkate alan ve bu açıdan fıtrat ekseninde yer almaya çalışan bir rapor olması oluşturdu. Gençlik araştırması SEKAM’ın son araştırması oldu. Halen Kadın araştırması ise yürütülmekte, inşaallah önümüzdeki sene kamuoyu ile paylaşılacak.
Gençlik araştırması kapsamında öncelikle araştırmanın teknik özellikleri hakkında genel de olsa biraz bilgi verir misiniz?
Araştırmanın evrenini yaklaşık 19 milyonluk bir kitle oluşturuyor. Çünkü 2012 tespitlerine göre 15-29 yaş grubunun sayısı bu kadar. Biz araştırmamızda 15-28 yaş grubunu esas aldık. Bu kitleyi temsilen 81 şehirden katılımcıya ulaştık. Biraz daha ayrıntılı ifade etmek gerekirse 173 kent merkezinden, 179 kırsaldaki küçük yerleşim merkezlerinden olmak üzere 342 yerleşim merkezinden 5541 kişiden elde edilmiş verilere dayanan bir araştırmadır. Konuyu teknik olanlar bilenler bu örneklem grubun istisna niteliğinde çok önemli bir kitle olduğunu, genellikle bu çapta bir araştırmanın 1000-1500 kişilik örneklem gruplarla yapıldığını çok iyi bilirler. Biz örneklem grubu, hata payının düşürmek adına, yüksek tuttuk. Ama yine konuyla ilgili olanlar bilirler ki önemli olan örneklem grubun evreni temsil kabiliyetidir. Bu ise örnekleme tekniklerinin titizlikle uygulanmasıyla sağlanır. Bunu olmazsa olmaz bir özellik olarak gördük ve tüm aşamalarında çok titiz bir şekilde sürdürülen bir araştırma gerçekleştirdik.
Araştırmanızın bulgularına geçecek olursak, araştırmada en öne çıkan ve çok dikkat çeken özelliklerden birisi, gençlerin bir kimlik krizine sahip oldukları. Örneğin gençlerin yüzde 72’si ‘biraz modern, biraz geleneksel’ olduğunu ifade ediyor. Bu durum nasıl açıklanabilir?
Burada “kriz” kavramını ihtiyatlı kullanmakta fayda var. Çünkü sizin kriz olarak gördüğünüzü bir başkası “olması gereken” durum olarak görebilir. Bu nedenle “kriz” yerine şunu ifade etmek daha doğru olacaktır; gençlerin modern-gelenek düzleminde kendilerini konumlandırışları tamamen “melez” bir duruma işaret etmektedir. Yani biraz modern biraz geleneksel nitelemesiyle “ne o ne de bu olmadıklarını” ifade etmiş olmaktadırlar. Bu aynı zamanda postmodern bir duruma işaret etmektedir: yani “hem o hem de bu olduklarına”. Bu ise sizin durduğunuz yer açısından son derece önemli bir probleme de işaret edebilir, ideal bir yere de. Ben kendi kişisel kanaatimi söyleyecek olursam bu durum ciddi bir probleme işaret etmektedir. Çünkü ben toplumumuzun kadim değerlerine inanan birisiyim.
Araştırmanın en ilginç verisi ise ateistlerin yüzde 61’inin Allah’a inanıyor, yaklaşık yüzde 47’sinin de namaz kılıyor olması. Medyada da en çok bu bulgu eleştiri konusu yapıldı. Siz bu eleştirilere ne cevap vereceksiniz?
Ateistlerin, daha doğrusu kendisini ateist olarak niteleyenlerin bu durumu önceki soruda da değindiğim melez veya postmodern durumun bir gereği olarak anlam kazanmaktadır. Tabi şu da düşünülebilir, bu durumla bizdeki ateizmin felsefi bir temelinin bulunmadığı da anlaşılmış olmaktadır. Ancak kendisini Ateist olarak niteleyenlerin bu durumları garip bulunuyor da diğer kimlik mensuplarının inanç, tutum ve tavırları neden garip bulunmuyor? Yani namaz kılmayan dindarın, milliyetçi ideolojiyle çatışan ülkücünün, sosyal demokrasinin gereklerinden habersiz olan sosyal demokratın durumu çok mu normal? Veya kendisini Kemalist yahut Atatürkçü olarak niteleyen ama yakın dönem tarihimizle, cumhuriyet dönemi tarihiyle, Mustafa Kemal ile ilgili en temel sorulara bile doğru cevap veremeyenlerin hali çok mu normal? Yine bir başka tespitle kendisini İslâmcı veya Dindar olarak niteleyen ama laikliği önemli bir değer olarak kabullenenlerin durumu Ateist olarak tanımlayanların çelişkilerinden daha mı basit? İşte tüm bunlar söz konusu dini, ideolojik ve siyasi kimliklerin tamamen isimsel olduğu, içeriklerinin bulunmadığı veya değiştirildiği anlamına gelmektedir.
Araştırmada dikkat çeken bir başka olgu da gençlerin yaklaşık yüzde 75’inin ‘kızlı erkekli aynı evde birlikte yaşamaya karşı’ olması. Fakat bu oran, üniversiteli gençlerin kızlı erkekli aynı evde birlikte yaşamaları ile ilgili sorunun verileri ile karşılaştırıldığında oran yüzde 51’e kadar düştü. Bu veriler bize ne anlatıyor?
Siz rakamları kadim toplumsal değerleri dikkate alarak, o değerlerin kabul ettikleri pencereden bakarak veriyor ve %75 yüksek bir rakam diyorsunuz, gerçeği bir de diğer taraftan görelim; her dört gençten birisi toplumumuzun namus ile ilgili kadim değerlerini kabul etmiyor. Bu son derece yüksek bir orandır ve toplumsal değerler açısından son derece önemli bir probleme işaret etmektedir. Ancak ilginçtir konu üniversiteli gençler olunca problem daha da büyümekte ve üniversiteli olmak kadim ahlaki değerlerle çatışmayı normalleştirmektedir. Daha doğrusu eğer gençler üniversiteli ise istediklerini yaparlar, normaldir gibi bir anlayış yaygınlaşmaktadır. Bence bu her bakımdan üzerinde durulması, kanaat önderlerinin dikkate alması gereken ahlaki bir fay hattına işaret etmektedir.
“Gençlerin en büyük sorunu nedir” sorusuna eğitim ve meslek edinme cevabı verilmesinin nedenleri nelerdir? Son günlerin popüler tartışması belki ama eğitim sistemimiz meslek sahibi gençler yetiştiremiyor mu? Gençler aile ile ilişkileri, evlilik, cinsellik, ahlaki yozlaşma gibi verileri de sorun olarak sıralamış. Bu neyin göstergesi?
Araştırma ile bireysel ve toplumsal problemlerimizin kapsamı açığa çıkmış oldu. Elbetteki her toplumda her zaman problem olarak algılanan bir şey vardır ve olacaktır da. Burada önemli olan problemin olup-olmaması değil, neyin problem olarak görüldüğüdür. Kişilerin istedikleri işlerde çalışamıyor olmaları bir problemdir ama geçimlerini sağlamak için iş bulamıyor olmaları daha önemli bir problemdir. Yine aynı şekilde toplumun ahlaki değerlerini sarsan tutum ve tavırlar bir problemdir ama bu problemin yaygınlık durumu daha önemli bir problemdir. Gençlerin cevaplarından hareket edecek olursak Türkiye bir problemler yumağı durumunda ve üstelik bu problemler neredeyse her alanda; yani hem istihdam alanında hem ahlaki alanda, hem toplumsal ilişkilerde hem de aile değerlerinde. Bu durumda kanun yapıcıların, siyasi liderlerin, sivil toplum kuruluşlarının aktif üyelerinin, kanaat önderlerinin toplumsal konuların sadece bir boyutun değil geneline yönelmelerinin ve problemlerin çözümü için sebeplerini doğru tespit gayretinde ciddi ve üst düzeyde teyakkuz halinde olmaları gerektiği anlaşılmış olmaktadır. Bu arada söz konusu problemlere doğrudan veya dolaylı kaynaklık yapması açısından eğitim sistemine de eğilinmesi bir zorunluluktur. Çünkü mevcut eğitim sistemi çocuklarımızı hayat hazırlamıyor, daha doğrusu anlam ve değer ifade eden hiçbir şeye hazırlamıyor. Sadece yarış haline getiriyor. Zaten eğitim sistemimizde toplumumuzun kadim değerlerini dikkate alan bir değerler eğitimi de bulunmuyor. Böylelikle hayatın gerçekleriyle uyumlu, bütüncül ve tutarlı değerler sistemine sahip bir nesil oluşturulamıyor veya oluşturulmuyor. Okuldaki anlayışla hayattaki veya daha özelde ailedeki anlayış ve değerlerin çatışması ise çocuklarımızı kişilik bölünmesine sürüklüyor. Bir eğitim sistemi düşünün ki geçerli olduğu toplumun değerleriyle çatışıyor, onları aşağılıyor ve bir toplum mühendisliği anlayışıyla ayakları toplumsal gerçeklikte olmayan kuşaklar yetiştiriyor. Bunun sonucu SEKAM’ın araştırma bulgularından başka ne olabilir ki!
Gençler açısından en önemli sorunlardan biri de sanırım güven sorunu. Babasına bile güvenmeyen bir gençliğin oranı yüzde 36’larda. Gençlik neden böyle güvensiz bir duruma sürüklendi acaba? Bununla birlikte yaklaşık yüzde 76’sı ara sıra depresyon ve umutsuzluk yaşayan bir gençliğe sahibiz. Bu bize gençler için SOS sinyalleri mi veriyor?
Modern değerlerin ve hayat tarzının önemli özelliklerinden birisi bireyselleşmedir. Yani modernite bireyleri atomize eder ve neredeyse tüm toplumsal bağlarını yok eder veya son derece zayıflatır. İşte bundan dolayıdır ki artık bireyleri kuşatan, onlara hem bir yaşama alanı ve hem de bir sığınak olan aileden, mahalleden, köyden eskisi kadar güçlü bir şekilde bahsedemiyoruz. Hâlâ kısmen var olmakla birlikte eskiden bir kişi 100 kişinin yaşadığı bir köyde veya 100 kişinin yaşadığı bir mahallede o 100 kişi ile birlikte, o 100 kişinin bir mensubu olarak yaşardı. Artık 15 milyonluk şehirde tek başımıza yaşıyoruz; ölecek olsak komşularımız ancak cesedimizin kokusundan öldüğümüzü anlar hale geldiler. Burada “komşularımız” ifadesi de esasen yeniden düşünülmesi gereken bir kavramdır, çünkü komşularımız da yok artık, komşularımızın yerini “alt katta”, “üst katta”,“yan tarafta” oturanlar aldılar. Onların tüm kimlikleri “altta”, “üstte” veya “yanda” otuyor olmalarıdır; başka bir kimlikleri veya nitelikleri yoktur. Böyle olunca, yani modernitenin kaçınılmaz sonucu olan bireyselleşme güçlendikçe, bireyler atomize oldukça bireyin başkalarıyla bağları zayıflamakta, ilişkiler mekanikleşmekte ve varolan ilişkiler de tamamen maddi menfaat temelli hale gelmektedir. Dolayısıyla güvensizlik kaçınılmaz bir özellik haline gelmektedir. Ünlü sosyolog ve aynı zamanda modern düşüncenin ağababalarından Durkheim buna yüzyıl önce dikkat çekmiş ve modernliğin anomiye, yani kargaşaya, kuralsızlığa yol açtığını/açacağını ifade etmişti. Bunu ise modern hayatın içselleştirilmiş kendi sosyal kontrol araçlarını geliştirememiş olmasıyla izah etmişti. Bugün gençliğimizin yaşadığı, sahip olduğu güvensizlik tamamen bununla ilgili bir durumdur. Bu arada özellikle TOKİ bağlamında konut politikalarının muhakkak gözden geçirilmesi gerektiğini özellikle dile getirmekte yarar var.
Türkiye’deki tüm demokratikleşme hamlelerine rağmen bugün hala gençler yüzde 31’le orduya güveniyor. Siyasetçilere güven ise oldukça düşük oranlarda. Bu neden kaynaklanıyor? Medyaya güven oranı ise yüzde 1 civarında. Medyanın Türkiye’de hiç itibarı yok mu?
Maalesef siyaset geleneksel bir anlayışı destekleyerek güven vermemeye devam ediyor. Çünkü örneğin siyasetçi çoğu zaman toplumun temsilcisi olma özelliğini kazanamıyor. Veya daha doğru bir söylemle toplumun temsilcisi olanlar sırtlarını büyük bir partiye dayamadıkça seçilemiyorlar. Burada seçim yasalarının, siyasi partilerle ilişkili yasaların önemli bir etkisi olduğu açıktır. Orduya güven işte bu boşlukta kendisine yer buluyor. Esasen ordunun yönetime gelmesinin nelere mal olduğunu belirli bir yaşın üzerinde olan herkes biliyor. Bence buna rağmen ordunun en güvenilir kurumlar sıralamasında en üstlerde yer bulmasının en önemli nedeni siyasilerin konum ve itibarlarının olması gereken yerde olmamasıyla doğrudan ilgili. Medyanın güvenilirlik durumuna gelince, yukarıda bir köşe yazarından hareketle bireysel bir örnek verdim, Allah aşkına bu medyaya, her gün TV ekranlarını dolduran ve rüzgâra göre eğilip bükülen adamların çoğunlukta olduğu bu yapıya nasıl güvenebilirsiniz ki. Maalesef özellikle zor zamanlarda medya hiç iyi bir sınav vermedi; 28 Şubat bunun en somut örneklerinden birisidir. Toplumsal hafıza ise bunu unutmuyor.
Türkiye’de 80’lerden sonra genel olarak neoliberal ekonomi politikaları uygulandı. Buna karşın gençlerin tüketici olarak bilinçli olduğu görülüyor. Araştırmada gençlerin büyük bir çoğunluğunun modayla ilgili olduğu ama bu ilginin tutku düzeyinde olmadığı belirtiliyor. Bu iyi bir gelişme olarak okunabilir mi? Gençlerin eğitim ve aileye, paradan daha çok değer verdiklerini açıklamalarını da bu bağlamda değerlendirebilir miyiz?
Araştırmanın birçok bulgusundan hareketle gençliğin durumunun çok da iyi olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu aşamada gözden kaçırılmaması gereken bir durum söz konusu; o da “gençlik” derken “insan”dan bahsediyoruz. “İnsan” çok boyutlu, kompleks bir varlıktır. İnsan o kadar kompleks bir varlık ki birey-toplum, geçmiş-gelecek, madde-madde dışı boyutlarında yer almaktadır; bu üçünün kesişimindedir. Bu nedenle İnsanı bir yönüyle değerlendirmeye tabi tutmak hiçbir zaman gerçeği bütün boyutuyla görmeyi sağlayamaz. Bu tespitleri şunun için yapıyorum: 1980’den sonra Türkiye’de uygulanan sosyo-ekonomik politikalar ve 1990 sonrası gittikçe hızlanan, kapsamı büyüyen ve yoğunlaşan küreselleşmeyle yaygınlaşan seküler, materyalist, bencil, tüketici yeni hayat tarzı ve zihniyet dünyası dikkate alındığında bir tüketim kuşağından, tüketimi değerleştiren ve tükettikçe kendi var hisseden, AVM’leri çağın en büyük tapınakları gibi algılayan, tüketen ve tüketime bağlı olarak “kullan, at!” özelliğini kişiliğinin karakteristik özelliği haline getirmiş bir gençlikten bahsetmek gerekiyor. Maalesef bunlar var, ama bunlardan hareketle gençlik tamamen bundan ibaret demek de mümkün değil. Çünkü öbür yanda tüketimi kölelik olarak algılayan, tüketime direnilmesi gerektiğini düşünen, tutumlu olmayı, paylaşmayı, yardımlaşmayı önemseyen bir gençlik de söz konusu. Dolayısıyla bizi derin düşüncelere sevk etmesi gereken özellikler olduğu gibi, sevindirmesi gereken özellikleri tespit etmekte de zorlanmıyoruz. Önemli olan eğitim sistemimizle, aile için tutum ve tavırlarımızla, toplumsal sistemimizle gençliğin hangi yönüne destek verip geliştireceğimize yoğunlaşmamız gerekiyor.
Sanırım gençler açısından en önemli şeylerden biri de serbest zamanın değerlendirilmesi. Gençlerin serbest zamanlarını verimli bir şekilde değerlendirdiklerini söylemek mümkün mü Bu arada serbest zamanlarını internette geçirenler nasıl bir profil çiziyor? İnternet gençleri nasıl etkiliyor?
Boş zaman veya daha doğru bir tanımlamayla serbest zaman kavramı insanın hayatını sürdürebilmesi için zorunlu olan çalışma, uyku, yeme-içme, temizlenme gibi faaliyetlerinden artan zamanı ifade ediyor. Bugün hemen herkesin böylesi bir zamanı var ve günü üçe bölersek birini çalışma, birini uyku, yeme-içme, temizlenme gibi faaliyetler oluştururken üçüncüsünü ise serbest zaman denen kesit oluşturuyor. Geleceğini daha iyi şartlara sahip kılmak için serbest zamanını sadece “öldürmek” için değil, geleceği doğrultusunda en verimli kullanması gereken kesim gençlerdir. Bu anlamda serbest zamanlar, kitap okuyarak bilgilenme, gezerek bilgilenme ve görgülenme, dil öğrenerek bireysel potansiyeli geliştirme, entelektüel faaliyetlerde bulunarak kişisel donanımı zenginleştirme gibi faaliyetlerle doldurulabilir ve doldurulmalıdır da. Ancak ilginçtir gençliğin ağırlıklı olarak TV seyrederek, müzik dinleyerek, chatleşerek, internette gezerek ve uyuyarak serbest zamanlarını “öldürdüğünü” tespit ediyoruz. Elbetteki bunlar da gerekir ve önemlidir. İnsan bir robot gibi her an gelir-gider dengesi içerisinde faaliyetlerinin sosyo-ekonomik muhasebesini yapamaz ve yapmamalıdır da. Ancak zaman gibi, kaybedildiği zaman telafisi mümkün olmayan ve insana verilmiş en önemli sermayenin sadece ve sadece “öldürülmesi” anlaşılır bir şey de değildir. Bu arada özellikle internetin korkunç denecek düzeyde kişilikleri tahrip ettiği, bireysel ve toplumsal değerleri alt-üst ettiği birçok araştırmanın önemli bulgularından birisi durumunda. Dünya Sağlık Örgütü, internet bağımlılığını tedavi gerektiren bir bağımlılık olarak tanımlamış durumda. Ve maalesef gençlerimiz her geçen gün daha çok internet bağımlısı haline geliyorlar. Böylelikle asosyal, bencilleşmiş, toplumsal sorunlara duyarsız, toplumsal değerlere mesafeli, hayatı planlama yeteneğini büyük oranda kaybetmiş bir kesimle her geçen gün daha fazla karşılaşır hale geliyoruz.
Gençlerin genel kültür ve yakın tarih açısından bilgisiz oldukları da bir başka gerçek. Bu sizin araştırmanıza da yansıyor. Örneğin gençler arasında Cumhuriyet’in ilan tarihini bilmeyenlerin oranı yüzde 47’nin üstünde! Bu bize ne anlatıyor?
En kısa anlamıyla mevcut eğitim sisteminin ne kadar başarısız olduğunu gösteriyor. Pardon düzeltiyorum, belki de ne kadar “başarılı” olduğunu gösteriyor. Bir eğitim sistemi düşünün ki ortalama 13-14 yıl kendi siyasal tarihinin 1920 ve 1930’lu yıllarını tekrar tekrar öğretiyor. Üstelik öğrettikleri de hep aynı 10-15 başlık altında şekilleniyor ve siz bu sürecin sonunda en basit bir konu olarak örneğin Cumhuriyet’in ilan tarihini soruyorsunuz ve muhataplarınızın yarısından fazlasından ya cevap alamıyorsunuz ya da yanlış cevap alıyorsunuz. Üstelik istediğiniz tarih 29 Ekim 1923 biçiminde kesin tarih de değil; tarihin on yıllık dilim halinde ifade edilmesini, yani 1920’li yıllar biçiminde ifade edilmesini istediğiniz halde. Aslında konu sadece bu da değil, yine aynı eğitim sistemi öğrencilerine ortalama 8 yıl İngilizce öğretiyor ve sekiz yıl sonunda İngilizce herhangi üç cümleyi doğru biçimde ifade edebilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Elbetteki bu çocuklar, bu insanlar aptal değil, ama anlıyoruz ki bu eğitim sistemi insanları bazı konularda müthiş şekilde aptallaştırıyor. Bugün okullardaki ve dershanelerdeki eğitim ve öğretim faaliyetlerinin, çocukları, bilgilendirme, hayata hazırlama, toplumsallaştırma süreçlerini yerine getirmekten çok uzak bir şekilde sadece test kuşağına dönüştürdüğü, sınav kulvarlarında yarış atı gibi koşuşturan bir nesil inşa ettiği herkes tarafından görülüyor. Üstelik bu eğitim sistemi bir değerler eğitimi de yapmıyor. Dolayısıyla, “Türkiye’de öncelikle ne değişmeli?” diye sorulursa hiç tereddüt etmeden “eğitim sistemi” derim. Bu eğitim sistemiyle, bu eğitim sisteminin ideolojisiyle iyi-güzel-doğru bir yere gitmemiz mümkün değildir ve yaşanan yüzyıl da bunun tarihsel delilidir.
Araştırma kapsamında konuşulacak konunun çok olduğunun farkındayım. Ancak medyada bazıları tarafından araştırmanın bilimselliğini sorgulayan ifadelere rast gelindi. Ben bunlardan hareketle SEKAM’ın “Türkiye’de Gençlik” araştırmasında bulgulara hangi yöntemlerle ulaşıldığını, bu yöntemlerin güvenilirliğini nasıl test edildiğini sormak istiyorum.
Bir araştırma için, araştırmaya konu olan olgu veya olayı olduğu gibi tespit edebilmesi elbette ki olmazsa olmaz önemde bir kriterdir. Gerçi bu kesinlik hiçbir zaman %100 düzeyinde olmaz, ama buna rağmen olay ve olguyu olduğu gibi tespit şartını ifade etmek gereklidir. Bunun gerçekleşebilmesi ise sosyal bilimlerin geliştirdiği ve en genel anlamıyla sosyal bilimlerde araştırma yöntem ve teknikleri kapsamında anlam kazanan ilke ve ölçülere uymakla mümkündür. Yani soru formunu nasıl hazırlayacaksınız, örnekleminizi nasıl belirleyeceksiniz, uygulamayı kimlerle gerçekleştireceksiniz… Tüm bunların bilimsel kriterleri var ve bunlardan taviz verilemez. Taviz verildiği zaman da elde edilen bilgiye güvenilemez. SEKAM’ın gençlik araştırması, rahatlıkla ifade etmeliyim ki bilimsellik neyi gerektiriyorsa ona uyularak gerçekleştirilip sonuçlandırılmış bir araştırmadır. Elbetteki tavsiye niteliğinde bazı eleştiriler olabilir ve olmalıdır da. Örneğin verilerin anket tekniğiyle değil de derinlemesine mülakat tekniğiyle toplanmasının daha iyi olacağı dile getirilmiş olsa ben bunu iyiniyetli bir yaklaşım olarak değerlendiririm. Ama elbetteki o tekniğin de anket tekniğiyle karşılaştırdığınızda dezavantajlı yönleri vardır.
Gençlik araştırması bağlamında tek-tük de olsa dile getirilen bazı eleştirileri dikkate alarak söz konusu bilimsel ilke ve ölçülerin neler olduğunu açıklayacak olursam; öncelikle şunu tespit etmekte yarar var: Bilimsel araştırma yöntemiyle ilgili en yüzeysel bilgiye sahip olanlar bile şunu açık ve net bir şekilde bilirlerki araştırılan olguya ait kişisel kanaat ve görüşünüzün ne olduğu hiç önemli değildir; önemli olan olgunun gerçekte ne olduğudur. Araştırmanın yapılma amacı da o gerçeği tespit edebilmektir. Bunu şundan dolayı söylüyorum, araştırmayı bilimsel açıdan zayıf göstermek için deniliyor ki: “Ateist Allah’a inanır mı?”. Literatürdeki anlamıyla bir ateistin Allah’a inanmayacağını elbette ki biliyorum ama araştırma ortaya koydu ki kendisini ateist olarak niteleyenlerin %61’i hiç kuşku duymaksızın Allah’ın varlığına inanıyor. Şimdi burada şunu düşünmek gerekiyor, ben bir sosyal bilimci olarak ateistlerle ilgili ve literatüre de uygun olan ön kabulümden hareketle, “Ateistler Allah’a inanmazlar” deyip ateistlerin Allah inancına sahip olupolmadıklarıyla bir araştırma yapmayacak mıyım? Araştırma yapmayacaksam, kendisini ateist olarak niteleyenlerin literatürdeki anlamıyla ateizme ne kadar uygun olup-olmadığını nasıl bileceğim? Konuyu biraz daha genelleştirelim, eğer literatürdeki anlamdan hareket edip ateistlerin Allah’a inanıp inanmama durumlarını araştırmaya değer bulmayacaksam, o zaman hiçbir şeyi araştırmaya gerek yok. Çünkü her şey hakkında bir ön kabulümüz zaten var. O halde niye araştırma yapalım ki? Ama araştırma yapılınca görülüyor ki ön kabullerimiz gerçeği yansıtmıyor; zaten araştırma da bunun için yapılır, bilim bunun için vardır. Ortaçağ Avrupa’sında, “ben doğruyu biliyorum dolayısıyla bir şey araştırmaya gerek yok” deyip bilimin önünde duran kiliseydi. Görüyoruz ki bugün de kilise ruhen yaşıyor ve ismi bilim insanı olan kişiler bile ön kabulleriyle hareket edip, bilimsel bulgularınızı ön kabulleriyle örtüşmediği için eleştiriyorlar. Ne yapalım, ön kabullerimizle örtüşmediği için araştırma sonucuna müdahale mi edelim?
(Kaynak: Umran Dergisi, Mayıs 2014, Sayı 237)