Entelektüelliğe ilk adımı nasıl atıyoruz? Bizi, yolculuğumuzun niyetinize ulaştıracak soru bu. Evvela yeni bilgiler edinmek, bir şeyler keşfetmek çok zevkli ve sürükleyici. Bu bizi kaçınılmaz olarak yakalıyor. En az kitap okuyan insanlar bile entelektüel alanı tetikleyen filmleri bayıla bayıla izler. Kitapları okunmayan adamlar tartışma programlarında reyting rekorları kırar. Ama tek neden bu değil elbette. Hatta burada net bir neden bulmamız da mümkün değil. İnsanın karmaşıklığı arasında ip uçları arıyoruz sadece. Ve karmaşıklığın niyetimizi sorgulamaya, düzeltmeye engel olacağını kabul etmiyoruz. Çünkü insan her ne kadar kendini tanımaktan aciz bile olsa dinimiz ona kaldıramayacağı bir yük yüklememiştir.
Sonra özenti var. Yazarları, şairleri, akademisyenleri gördükçe içimiz gidiyor. Biz de onlar gibi olalım istiyoruz. O kadar havalılar ki. Herkesin saygısını hemen kazanıyorlar. Konuştukları zaman ne dedikleri anlaşılmasa bile acayip saygı görüyorlar. Daha sonra kendini gerçekleştirme, kimlik kazanma var. Çoğu ergen entelektüel akranları tarafından futbol oynayamadığı, çirkin olduğu için okumaya merak salmakla suçlanmıştır. “Felsefeci kızlar neden hep çirkin olur?”, “Topa vurmayı bilmiyor, ne yapsın o da kitap okuyor.” cümleleri belli yaş grubunun klasikleşmiş klişeleri arasındadır. Bu alaylı eleştirilerin abartılmaması gereken bir haklılık payı var. Gençler gerçekten kendilerini anlamlandırmaya ve bir yere yamamaya ihtiyaç duyuyor. Bu çok insanî, çok doğal bir durum. Kimisi kendi imkânlarıyla kimlik olarak entelektüelliği seçiyor. Kimisi de yersiz kaldığı için entelektüelliğe sığınıyor.
Nedenler çoğaltılabilir. Ama üç örnekle bile açıklığa kavuşan bir mesela var: “Entelektüellik kutsal değildir.” Sadece insanlara faydalı olmak için yola çıkmıyor, bilgi hazinesinden çaldıklarımızı fikir kıtlıklarını ortadan kaldırmakta filan kullanmıyoruz. Evet, çok pahalı bir arabaya binmek istemekle çok etkileyici konuşmak istemek başlangıçta erdem açısından bayağı farklı gibi duruyor. Ne var ki ikisi de yalnızca nefsanî arzuları tatmin etmeye yarayacaksa ortada manen pek fark kalmıyor. Ama entelektüellerin kapitalizmi eleştirilerini bir dinleyin. Sistemi yerden yere vurur, zenginleri neredeyse insanlıktan çıkarırlar.
Mezhebin Belli Değil Ki Amel Edesin
Entelektüel olmaya karar verir vermez yakamıza yapışan meselelerden biri de eklektiktir. “Her şeyi birbirine eklemek” diye kabaca tanımlayabileceğimiz bu hastalık çok ilginç vakalara yol açar. Birbirine zıt görüşleri barıştıran, alakasız fikirleri iç içe sokarak absürt sistemler kuran bir alettir eklektik. “Ben ehl-i sünnetin şu görüşüne, Mutezile’nin burasına katılıyorum; Şia’nın da beni çeken yanları var.” gibi garip laflar üretir durur kimileri.
Fikirler slogan değildir, televizyonlarda reklam için kullanılan spotlara da benzemezler. Ancak bağlamlarıyla, önceleriyle ve sonralarıyla anlaşılırlar. Tamamen zıt ekollerden iki fikir adamının sadece söylediği sözler yan yana gelince hoş duruyor diye birinden öbürüne bağlantı kuramazsınız. Bir fikri anlamak için mutlaka örgüsünü, dayandığı temeli ele alacaksınız. Mesela “Anı yaşa” sözünü haz düşkünü bir ateist de söyleyebilir, dindar bir edebiyatçı da. Peki ikisi de aynı şeyi mi kasteder? Sonuçta söz aynı olduğu için kasıt da aynı olmak zorunda gibi saçma bir şey söyleyemeyiz. Evet, çoğu zaman farklı şeyleri kastederler. Hatta belki de zıt şeyleri kastederler.
Fikrin bağlamını önemsemeye başlayınca bizi entelektüel yolculuğumuzun gayesine götürecek anahtarı bulmuş oluruz. Fikirlerin arka planını sorgulamak insanın kendi okuma, öğrenme gayesini de gözden geçirmesine vesile olur. Böylece neyi neden okuduğumuzu daha iyi değerlendirmeye başlarız. “Kitap işte okuyayım, onu da merak ediyordum zaten, bunu şurada duymuştum, bu da yeni çıkmış.” gibi rüzgârlara kapılmayız. Önce amacımızı belirleriz. Sonra bizi amacımıza ulaştıracak yolu buluruz. Yavaş yavaş okuduğumuz her kitabı, öğrendiğimiz her bilgiyi, ürettiğimiz her fikri koyacak yerler bulmaya ve yerler arasında uyum sağlamaya alışırız.
Bilgiseverden Bilgisayara
Eskiden meslekle hikmet yani bilginlik ayrılırdı. Bir adam mesleği neyse onun için gerekli bilgileri öğrenir ve işine bakardı. Ama bu adam kendine meslek olarak bilginliği seçmişse o zaman bir alanda uzmanlaşmadan önce her alandan bir şeyler bilmek zorundaydı. Sonra Batı Aydınlanması ile birlikte uzmanlaşma yaygınlaştı. Sadece tez konusunu bilen, kendi alanının bile geri kalanıyla ilgilenmeyen akademisyenler türedi.
Meslekler pratiktir. İşe yaradıkları, ihtiyacı karşıladıkları gibi yollarına devam ederler. Ama entelektüellik teoriktir. “Ben kendime bu bilgi alanını seçtim, kalanı beni ilgilendirmiyor.” diyemez. Teorik sahada alanlar iç içedir. Tıp matematikten, matematik siyasetten, siyaset sanattan ayrılamaz. Aristo, Fârâbî gibi adamlar bütün ilimleri toplamaya çalışan kitapları boşuna yazmamıştır. Karl Marks’ı ele alalım. Bu tek adam çok büyük bir filozof, iktisatçı ve sosyolog kabul ediliyor. Felsefede diyalektiği, iktisatta artı değer teorisi, sosyolojide yabancılaşma teorisi büyük değer görüyor. Onu bir felsefe kitabından okursanız diyalektiğini iyice anlarsınız. Ama artı değer ve yabancılaşma yaklaşımları konusunda pek bir şey öğrenemezsiniz. Aynı tekillik yakanızı bu adamı iktisat veya sosyoloji kitaplarından okuduğunuzda da bırakmaz. İyi ama Karl Marks’ın bu üç teorisi iç içedir. Birbirinden bağımsız değildir ki. Yabancılaşmayı anlamayan biri aslında diyalektiği de anlamamış sayılır. Öyleyse Marks’ın felsefesi, iktisadı ve sosyolojisi ayrılamaz. Biz Marks’a katılmayız. Dünya görüşünü, değerlerini paylaşmayız. Ama hakkını da teslim ederiz. Çok yönlü bir fikir adamıdır. Uzmanlaşmanın kısır penceresinden anlaşılamayacak biridir.
Filozof, bilgisever demektir. Eskiden matematikten dil bilgisine, ahlaktan tıp öğrenimine kadar her alanda bilgi sahibi bu kişilere “filozof” denirdi. Şimdi “bilgiseverlik” yerini “bilgisayarlığa” bıraktı. Artık öğrendiklerimizin niteliğinden çok niceliği önemli. Kaç kitap okuduk, ne kadar dipnot gösterdik gibi sayısal değerler arasında bocalayıp duruyoruz. Ve bu “bilgisayarlık” hızla “bilgisanırlığa” doğru ilerliyor. İnternette bir günde üretilen yayın belki tarihte bir yüzyılda bile üretilemiyordu. Ama bu bilgi yığını arasından işe yarayacak, doğru bir sonuç almak aslanın ağzından ekmek almak kadar zor. Yalan yanlış, tutarsız, temelsiz fikirleri bilgi diye tüketiyoruz. Zihinlerimizi çöplüğe çeviriyoruz.
Medrese ve Üniversite
Burada medreseyle üniversiteyi temelden karşılaştırmamız yersiz olur. Ama entelektüel yolculuğumuzda tarzımızı seçerken ikisinden örnek verebiliriz. Çünkü anlatmak istediğimiz şeye çok müsaitler. Medrese aslında yukarıda anlattığımız bilgiseverlikle yani felsefeyle uzmanlıkçı üniversite arasında durur. Ne üniversite gibi uzmanlaşmaya yoğunlaşır ne de felsefe gibi her alanı öğrenmeye değer görür. Sıhhatli bulmadığı veya işine yaramayacak bilimleri baştan eler. İşine yarayacak olanların da usulünü öğretir. Bir âlime hangi İslâmî ilimde uzmanlaşacak olursa olsun lazım olan genel donanımı kazandırır. Üniversiteyse önce sizden tıp okuyabilmeniz için dil bilgisi bilmenizi ister, sonra uzmanlaştığınız tıp branşı dışındaki konuları unutmanızda bir sakınca görmez. Aslında günümüz eğitim sistemi tarz olarak öğrenip, sınavı geçip unutmaya dayalıdır. Kim ortaokulda, lisede, üniversitede öğrendiklerinin onda birini bile hatırlar ki?
Farkındalığı Elden Bırakmamak
Dinimizin emir ve tavsiyelerini ilmihalden öğrenerek, ahlâk ilmiyle kendimizi tanıyarak başladığımız entelektüel yolculukta bu güzel hâlimiz sadece başlangıçta kalmamalı. Yöneleceğimiz alanı, uzmanlaşacağımız branşı hatta okuyacağımız kitabı bile seçerken niyetimizi, gayemizi hatırlamalıyız. Attığımız her adımda akıl şehvetine kapılıp kapılmadığımıza dikkat etmeliyiz. Tabii ki tamamen arzularımızdan arınmış bir entelektüel faaliyet icra edemeyiz. “Marifet iltifata tabidir.” denir. Sanatçılar, fikir adamları övülmeye herkesten fazla ihtiyaç duyarlar. Bu entelektüelliğin doğasında var. Ama farkındalık da zaten entelektüel motivasyonumuzu öldürmek için değildir. Aksine aidiyetimizi güçlendirerek güvenimizi artırmak için. Kendini sürekli sorgulayan müslüman bir okur-yazar-düşünür fikrinden emin olur ve vakarıyla, edebiyle entelektüellik yapar.
Mükerrem Mete
Kaynak: Mostar Dergisi, 117. sayı