Tarih kitaplarında Batı ilerlemesi anlatılmadan önce coğrafi keşiflerden, reformdan ve rönesanstan bahsedilir. “Batı bu üçünün doğurduğu nedenlerle ilerlemiştir” imasında bulunulur. Veya imada da bulunulmaz, direk böyle iddia edilir. Coğrafi keşifler Avrupalı denizcilerin Hindistan’a ulaşmak için yaptıkları deniz seferleri sonucunda yaptıkları keşiflerdir. Bu keşiflerin en önemlisi Amerika Kıtası’nın Batılılar tarafından fark edilmesidir. Sonrasında hem Amerikalılar hem Afrikalılar Batı ordularıyla savaşacak silahlara, güce sahip olmadıklarından sömürülmüşlerdir. İlk büyük sömürü dalgasında İspanyollar ve Portekizliler Amerika’yı ele geçirmiştir. Bu yüzden Brezilyalılar Portekizce, diğer Güney Amerikalılar ve Meksikalılar İspanyolca konuşur. İkinci sömürü dalgasında İngilizler ve Fransızlar Afrika’yı, Hindistan’ı işgal etmiştir. Hollandalıların, İtalyanların da sömürdüğü ülkeler bilinmektedir. Coğrafi keşifler neticesinde Avrupalılar özellikle de tüccar Avrupalılar aşırı derecede zenginleşmiştir. Reform Martin Luther’in Katolik Kilisesi’ne karşı çıkarak Protestanlığı kurmasıdır. Reformun neticesinde Avrupa’da mezhep savaşları çıkmıştır. Ama reformun Batı Aydınlanması açısından çok önemsenmesinin asıl sebebi hâkim sisteme itiraz, sorgulama ve yenilikçiliktir. Rönesans 15.-16. yüzyıllarda İtalya’da meydana gelen bilimsel, sanatsal gelişmelerdir. Antik Yunan eserlerinin yoğun olarak çevrildiği bu dönemde hümanizm yani insancılık büyük önem kazanmıştır.
Bizde Avrupalı olsak dünyayı ele geçirmemizin nedenini bilime ve sanata, aklımıza ve çalışkanlığımıza bağlamak isteriz. Kimse “Kızılderililerin okları vardı, bizim barutlu silahlarımız vardı, soykırım yaptık, altınları topladık” demek istemez. Dolayısıyla coğrafi keşiflerden ve sonuçlarından bahsedilirken bile Avrupa denizciliğinin ve haritacılığının üstünlüğünden dem vurulur. Coğrafi keşifler de, reform da, rönesans da Avrupa aklının ne kadar ileri bir akıl olduğunun göstergeleri, deney ve gözleme dayalı bilime giden yolun temelleridir. Sonuç olarak tarih kitaplarına soracak olursanız Avrupalılar dünyaya hükmediyorlar, çünkü akıllılar ve bilimliler.
Özgürlük Çağının Sömürge İmparatorlukları
İnsan sevgisiyle dolup taştıklarını ve halkları kralların, din adamlarının baskısından kurtaracaklarını söyleyen Avrupalılar köleliği de kaldırıverdiler. Ne var ki tarihin en acımasız ve büyük sömürge imparatorlukları da Avrupalılar tarafından kuruldu. Dünya savaşları çıktı, atom bombaları atıldı, zengin elitler oluştu. Şimdi Afrikalılara sorsak, “Sizce özgürlük çağında mı yaşıyoruz? Krallardan ve Hıristiyan din adamlarından kurtulduğunuz için mutlu musunuz?” diye, acaba bize hangi hakareti ederler. Ve bu hakareti asıl dillerinde mi ederler, sömürge dillerinde mi? Sadece sömürülen ülkelerin mensupları mı bu durumda? Elbette hayır. Dünyanın en zengin ülkelerinde de halklar elitlere karşı benzer durumdalar. Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi dokuz kişiye bir, bir kişiye dokuz pul düşüyor.
Aydınlanma, insancılık, bağımsızlık, özgürlük gibi iddialar altında gerçekleşen bu olaylar iki asırdır bilim mecralarında da varlık gösteriyorlar. Üniversiteler de sözüm ona akılcı, deneyci, özgür bilim adına pek çok ilmi çalışmayı dışlayan, baskı altına alan ve kendi usulü dışında usul tanımayan bir tarzda hareket ediyorlar. Her sömürge ülkenin okulunda o ülkenin asıl milletinin neden geri kaldığıyla ilgili bilgiler öğretildi. Hepsine yükselmek için aynı adres gösterildi: “Sizi sömürenlere benzeyin!” Yunanlılar, İranlılar, Çinliler, Türkler, Araplar da çok büyük imparatorluklar kurdular. Onlarca millete aynı anda hükmettiler. Ama dünyanın, doğanın, milletlerin genleriyle Avrupalılar kadar oynamadılar. Şöyle düşünelim. Yarın olağanüstü bir olay olsa ve Avrupalılar zenginliklerini, güçlerini kaybetseler. Her ülke ve millet kendi kendine yetecek imkânlara kavuşsa. Kimse kimseye ihtiyaç duymayacak hale gelse. Yine de Avrupalılıktan kurtulabilir miyiz? Avrupalıların içimize işlediklerini ve dışımızda bozduklarını onarmak, normalleştirmek ne kadar zamanımızı alır? En basitinden o kadar orman yok ettiler ki bütün dünya insanları çevreci olmaya karar verse veya çevreci olmak zorunda kalsa bile çevreci bir dünya inşa etme olanağı neredeyse kalmadı. Radyasyonun dünyaya ne yaptığı umrumuzda mı mesela? Bireysel konforumuz ve ne işe yaradığını bilmediğimiz hız için dünyaya ne yapmaktan çekiniyoruz? Hiçbir şeyden çekinmiyoruz. Peki, bu hakkı bize kim veriyor? Belli değil. Ama böyle davranmayı Avrupalılardan öğrendik. Suyu, havayı, toprağı, ateşi, hayvanları, eşyaları köleleştirecek kadar özgürleşmeyi elbette Avrupalılardan öğrendik.
Sömürünün Arkasında Bilim Var
Avrupalılar üstünlüklerini dünyaya kabul ettirmek için bilimi kullandılar. Hâlâ demokrasi götüreceklerini iddia ederek ülkeleri işgal etme hakkını kendilerinde görüyorlar. Gücü elde ettikleri andan itibaren ilerlemenin tek yolunun Batılılaşmak olduğunu söylediler. Kendileri dışındaki herkesi “geri” ilan ettiler. Bunu yaparken de bilimi kullandılar. Eğer Türkler, Araplar, Berberiler, Kızılderililer, Çinliler akıllı ve ileri kimseler olsalardı bilime ve teknolojiye onlar sahip olurlardı. Peki, bilim ve teknolojiye kim sahip? Elbette Avrupalılar. Öyleyse akıllı ve ileri olan kimdir? Yine Avrupalılar. Geriler bir nebze olsun ilerlemek için ne yapabilirler? Avrupalıları taklit edebilirler. Bu trajikomik örgü bilimin iki asırdan fazladır ısrarla çizmeye devam ettiği bir fasit dairedir. Akademisyenler, asistanlar, makaleler, tezler bu dairenin çizdiği sınırların dışına çıkamazlar. Bilimin keskin kılıcı ve demir balyozu bu konuda haddini aşanlarla bilenmiştir. Avrupalılar o kadar insan sevgisiyle dolulardır ki kendi ileri toplumlarını incelemek için kurdukları sosyoloji bilimiyle ilkel gördükleri toplumları incelemeye tenezzül etmezler. Onlar için adına antropoloji denen ve asıl amacı kemiğinden iliğine, düşüncesinden eylemine, inancından sanatına kadar Avrupalının diğerlerine üstünlüğünü ispatlamak olan bir bilim icat ederler. Kesin, tartışılmaz dedikleri bilimsel verilerin yine kendi bilim adamları tarafından çökertilmesinden sonra bile Batılılar kendi üstünlüklerinden şüphe etmezler. Bugün bile çoğu Batı üniversitesindeki çalkantı ve tartışmalar “kol kırılır yen içinde kalır” kabilindendir. Evrim teorisi bir türlü ispatlanamamış, fizik ortadan ikiye ayrılmış, kimya simya kuyusuna atılmışken bile sorun da çözüm de sadece Batı kaynakları içinde, Batılı kafalarca, Batı tarzında üretilebilir. Batı’nın kendi içindeki en azılı eleştirmenleri, karşıtları bile dünyanın geri kalanından yeni yollar aramak yerine Batı’nın yollarının tıkanıklıklarını sayarlar. Adına “Gelenekselci Ekol” denen ve Batı’ya karşı bütün gelenekleri savunduğunu iddia eden bir teori bile yine Batı’nın karşısına Batı’nın tarzıyla dikilir. Sadece onlar mı? Dünyanın geri kalanındakiler de kendilerini savunmak içi, kendi değerlerini Batı’ya karşı korumak için Batı’dan öğrendikleri numaralar dışında bir şey yapamazlar. İlahiyatçılarımız iki yüz senedir oryantalistlerin iddialarını çürütmek için oryantalistlerden öğrendiklerini sayıklayıp durmuyorlar mı? Geleneksel eğitim kurumlarını inadına, modernleştirmeden devam ettirmeyi başarabilen bir millet var mı? Medreseleri evire çevire ne hale getirdik? İmam Gazâlî’nin (k.s) yoğurduğu mayayı koruyabilen kaç medrese kaldı müslüman coğrafyada? Çinliler, Hintliler, Japonlar klasik eğitim kurumlarını modernleştirmek için ne acayip hallere düştüler? Batı bilim üzerinden son iki asırdır öyle büyük bir baskı uygulamıştır ki hiçbir toplum kendini savunmak ve Batı’ya karşı koymak için bile Batı’nın istemediği yollara başvuramamaktadır. Bu öyle bir müsabakadır ki oyunun kurallarını Batı belirler, kimin oynayacağına Batı karar verir, rakip kadroyu bile Batı kurar ve hakem de tahkim de Batı’dır.
Özgürlüğün Acısını Öğrenciden Çıkarmak
Üniversitelerin ne kadar özgür olduğunu anlamak için akademisyenlerin çilesine, kompleksine bakmak yeterlidir. Ben de akademik-entelektüel biri olacağım, ben de fikirlerimle ve araştırmalarımla insan hayatına katkı sunacağım diye girer bu yola zavallı bilimperverler. Asistanlık hayallerini süsler. Asistan olmak için can atarlar. Yabancı dil öğrenir, Ales’e hazırlanır, hoca tavlarlar. Yine de içlerinden pek azı asistan olmaya hak kazanır. Sonra hayallerinin kâbusa dönüşme süreci başlar. Hocaları yani asistanı oldukları yüce bilimadamları onlara çanta taşıtır, çay demletir, tashih yaptırır, ders işletir. Araştırma tekniklerini öğretme ve bilimsel tecrübeyi aktarma mı dediniz? Koca profesör onca tecrübeyi, bilgiyi şıp diye mi elde etmiştir ki pat diye anlatıversin. Asistan sürünmelidir, asistan çile çekmediler, asistan evvela hak etmelidir. İstisnalar kaideyi bozmaz. Elbette ülkemizde de dünyada da asistanını manevi evladı gibi gören değerli akademisyenler vardır. Ne var ki böyle bir akademisyene denk gelseniz bile çok şey değişmez. Birlikte çile çekersiniz. Çünkü akademik hegemonyanın bünyesi sizi kaldırmaz. Klişeleri tekrar etmek, saymanlık yapmak yerine sahici bilimsel çalışmalar yapmaya teşebbüs ederseniz bilim gazisi olursunuz. Gerçekte kimse tez konunuzla ilgili kanaatinizi merak etmemektedir. Sizden tek istenen tez konunuzla ilgili akademik verileri düzgün bir şekilde tasnif etmenizdir. Gerçek bir tez fikir içerir. Akademi referansı olmayan hiçbir fikri kabul etmez. Üretilen bir fikrin nasıl referansı olabilir? Olamayacağına göre fikir üretmeseniz iyi olur. Böyle harmanlanır yıllar. Sonra bir gün asistanlık biter ve siz de öğretim üyesi olursunuz. Size de bir asistan ve yüzlerce öğrenci teslim ederler. Sonucu tahmin etmek çok kolay. Yılların acısı kimden çıkacak? Elbette asistandan ve öğrencilerden. Sizin doktoranızı onaylatabilmek için yüz kitap okuduğunuz bir mesele hakkında iki kitap okuduğu halde fikri olan sivri öğrenci ne densiz biridir! Süratle şaşırmadan sayacağınız kitapları okumadan sizinle konuşma hakkını ona kim vermiştir? Hele fikir üretme. Peh! Bir fikir ancak konuyla ilgili akademik metinler tarandıktan ve istiflendikten sonra oluşur. Öyle havadan gelen fikir mi olurmuş(!)
Mükerrem Mete
(Kaynak: Mostar Dergisi, 119. Sayı)