“Din” ve “Yayın” kelimelerinin yan yana gelmesi size ne çağrıştırıyor?
Doğal olarak tebliğ kavramını çağrıştırıyor. Esasen en genel anlamıyla bakıldığı zaman tebliğ bir yayma, ulaştırma faaliyetidir. Yayın da aynı şekilde zaten kelimenin kendi içinde mündemiç: Yaymak. Bir mesajınız var ve bu mesajı başkalarına ulaştırıyorsunuz. İster buna tebliğ deyin, isterseniz dinî yayıncılık özelinde yayıncılık deyin, fark etmez. Benim din ve yayıncılık kelimeleriyle aklıma gelen, tebliğ kavramı. Fakat bu defa tebliğ kavramıyla yayıncılık bir araya geldiğinde oradan da başka bir şey çıkıyor. Yani yapılan dinî yayıncılığın ağırlığını, büyüklüğünü, azametini böylece fark ettiriyor tebliğ kelimesi. Peki dışında kalan şey nedir? Dışında kalan şey şu, sadece kişisel prestij için, işin ekonomisi için veya başka sebeplerle dinî yayıncılığın çok da sahih bir şey olmadığını kanaatimce buradan çıkartabiliriz. Belki de günümüzde dinî yayıncılığın en temel problemlerinden birisi de budur.
Evvela neyi tebliğ ettiğinizin farkında olmanız lazım. Bu da yetmez, biz de doğal olarak iş sadece bir retorik olarak makbul olmadığı için tebliğ yapanın yayımladığı mesajı aynı zamanda içselleştirmiş olması gerekir. Yani eğer mübelliğinin tebliğ ettiği şey kendine değmiyorsa veya kendini değiştirmiyorsa bunu biraz önce söylediğim gibi retorik olarak veya başka sebeplerle insana ulaştırıyor olması, tebliğ olmaz. Yani bizim bütün literatürümüze baktığınızda hep şu söylenir, emri bil maruf yapanlar, tebliğ yapanlar önce kendi nefsine bütün bunları yapması gerekir. Böylece dinî yayıncılığın bir anlamda hassasiyeti de din ve yayın kelimelerinin kesişme noktası olan tebliğle ilgili bir durum olarak ortaya çıkıyor.
Türkiye’nin modernleşme serüveni dinî yayıncılığı nasıl etkilemiştir?
Modernleşme serüveni deyince aklıma yaşadığımız kültür değişimleri geliyor. Kültür devrimleriyle bütün hayatı bir dönüştürmeye ve manipülasyona maruz kalmış bir toplumuz. Tabi buradan “Bu kültür devrimleri olmasaydı biz modernleşmenin tamamen dışında kalacaktık.” gibi bir şey çıkmaz. Yani 19. Yüzyılda esasen yapılan kültür devrimleriyle ortaya çıkan her durum tartışılmış hatta dinde Türkçülük meselesinden, ezanın Türkçe okunmasından, alfabenin değişmesine dek pek çok şey 19. Yüzyılda mevzu edilmiş ve batılı paradigmaya ciddi manada bir temayül başlamış. Elbette yine bir modernleşme olacaktı. Fakat bu modernleşme kendi içinde esas paradigmaya, Osmanlının bağlı olduğu islâmî paradigmaya bağlı kalınarak yapılacaktı. Hani bugün zaman zaman ortaya atılan bir soru var ya “Başka bir modernleşme mümkün müdür?” diye. Evet, onu bilemiyoruz ama bana öyle geliyor ki yaşadığımız o kültür devrimleri olmasaydı başka bir modernleşme oluyor mu olmuyor mu bunu görüyor olacaktık. Peki, dinî yayıncılık ve modernleşme meselesi nasıl okunmalı? İşte bu bahsettiğim travmatik durumdan dolayı başka bir toplumdaki gibi okuyamıyoruz meseleyi. Mesela bir Mısır toplumunda ya da bir İran’da olduğu gibi değerlendiremiyoruz. Bizim meselemiz seküler Batı modernitesiyle -ve dinî yayıncılık da bunun içerisinde- probleminden daha önce kendimize dair bir problem olarak zuhur ediyor.
Şöyle düşünebiliriz, insanlar bir sabah uyandığında yazıları değişmiş oluyor ve birden bire bugüne dair ortada var olan bütün mirasa yabancı olarak uyanıyor. Bazen şöyle düşünüyorum, mesela şöyle bir emir olsa: “Yarından itibaren Çin alfabesini kullanacağız.” Bunu tahayyül etmemiz mümkün değil ama bu yapıldı. Yani insanlar bir sabah Çince okuma yazma emriyle karşı karşıya kaldılar. Bu korkunç bir travma. İnsanlarla bütün bir literatürün arasına alfabe duvarının girmesi bir tarafa dursun, aynı zamanda o geleneği tecessüm eden kişiler de ya enterne edildiler ya da toplum hayatından yok edildiler. Araba kör topal bir yere giderken kaza yapıp, paramparça oluyor ve siz uzunca bir fetret döneminden sonra yeniden bir şeyleri inşa etmeye çalışıyorsunuz. Sadece dinî yayıncılık anlamında söylemiyorum, bu her alanda böyle. Eşlerin evde birbirlerine nasıl hitap edeceğinden tut, kendi dinine, tarihine nasıl bakacağına, ötekiyle nasıl irtibat kuracağına, ben algısına ve kozmos algısına kadar geçerli. İşte böyle bir travmanın ve bunun ardından gelen fetretin ardından geride kalan bakiye işin ucunu bırakmıyor.
Bir taraftan genellikle göz ardı edilen, artık toplum hayatında dönüştürücü etkisini yitirmiş olmakla beraber, alttan alta bir medrese ve tekke hareketi de devam ediyor. Buna da bakılması lazım çünkü göz ardı ediliyor. Canlı olarak devam ediyor, bir taraftan belli metinler okunuyor, okutuluyor diğer taraftan da belli metinler üretiliyor. Sonra bir taraftan da Salih Özcan gibi bu işin daha aksiyoner kişileri ortaya çıkıyor. Türkiye’de dinî yayıncılık deyince merhum Necip Fazıl’ın, o travmadan sonra yeniden inşada ciddi katkısı oldu. Bunları görmek lazım… Tabi, 1950’lerden sonra başlayan bu dinî yayıncılık pek çok problemlerle beraber başlıyor. Doğal olarak kendi kaynaklarıyla olan kültürel mesafe, dil problemleri, sonra pek çok kaynağa ulaşmayla ilgili problemler yüzünden belli arızalarla devam ediyor. Bunun en belirgin örneklerinden bir tanesi de dinî yayıncılıkta 1960’lı yıllardan itibaren kendi kaynaklarımız dururken ciddi manada bir tercüme hareketinin başlamasıdır. Tabi bu kaynaklar resmî olarak yok hükmünde. Biz ciddi olarak yarı dinî yarı ideolojik pek çok kitapla karşılaşıyoruz, Mevdudi, Seyyid Kutup, Mustafa Sibai’ler gibi. Söylem ve üslup olarak bizim yabancı olduğumuz kalemlerden tercümeler başlıyor. Benim gençliğim de o döneme denk gelir. Okuduğumuz kitapların %70’i tercüme ve büyük ölçüde politik kitaplardı. Mesela bir tashihi iman ya da ahlâk kitapları değildi. Daha çok günümüzde içtimai ve politik anlamda var olmanın problemlerini anlatan ve kendince çözüm üreten kitaplardı bunlar.
1980’lerden itibaren yavaş yavaş, ciddi bir telif başladı. Telif kitaplara baktığımızda da kadim İslâm geleneğiyle çok da alakalı olmayan yeni nesil kitaplar. Bu kitaplarla müslüman hayatı yeniden inşa olmaya da başladı Tabi işin ticari bir tarafının da ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bunda ne beis var? Tabi ki yayıncılar kitap satacaklar, para kazanacaklar. İşin ekonomik tarafı elbette göz ardı edilemez ama burada bahsettiğim ticaret yapmakla ticarileşmek arasındaki ayrım. Yani eğer esas maksat kitap satmak ise o zaman muhteva ve kitabın sıhhati daha fazla göz ardı ediliyor. Bugün özellikle popüler seviyede dinî yayıncılığa baktığımızda özellikle kutlu doğum haftasında basılan kitapların çoğu ticari kitaplardır. Bunu farkında olmalı ancak çok fazlada kızmamalıyız. Çünkü bizim toplumumuzda hiç bir şey bir türlü rayında gitmediği için ve sürekli treni asıl gitmesi gereken yere koyma çabasıyla meşgul olduğumuz için de bu tarz arızalar mazur görülebilir ama problemi de bilmek lazım. İslâmî yayıncılık dediğimiz zaman yayının sıhhati ve okuyan kişinin ne alacağını bilmesi önemlidir.
Editörlük redaktörlük, görsel yönetmenlik gibi yayın unsurları açısından yayıncılığın durumu nasıl?
Kötü durumda. Bunun en net cevabı bu. Şöyle söyleyelim. Cami dediğiniz mekân dünyanın en yalın mekânıdır. Başka hiç bir dinde ve hiç bir kültürde olmayan bir ibadet mekânıdır. Lazım olan tek şey sadece mekândır. O mekânda hiç bir mimari atraksiyona ve süsleme sanatına ihtiyaç yoktur. Ama islâm’daki cami kültürüne baktığımızda o yalınlığın esasını bozmayacak ilginç şeylerin icat edildiğini görürüz. Mesela safların bölünmemesi için olabildiği kadar direksiz olması lazım. Bunun için kubbe yapılmış. Hocanın sesinin duyulması lazım. Ona göre iç bölümün akustiği hesaplanmış. Yani müslüman elinin değdiği her neyse o taşıdığı muhabbeti yansıtarak o ontolojik zevk halini yansıtarak vücuda getirmiş.
Yayıncılığa gelirsek, çok yakın zamanlara kadar gerek süreli yayınlar olsun gerek de kitaplar, teknik açıdan hayli problemli kitaplar hep oldu. Kapak grafiğinden tutun da mizanpajına, tashihine kadar bunlar genellikle özensiz, lalettayin işler olarak karşımıza çıkıyor. Ama kanaatimce yine bunun sebebinde, geleneğin kırılması, kültürel devrimler var. Şehir hayatında, komşuluk ilişkilerinde olduğu gibi yani bunların hepsi büyük problemlerin çeşitli tikel alanlara yansımasıdır. Editörlük meselesi ise önemli ölçüde düzeltildi. Hem süreli yayınlara hem kitaplara baktığımızda daha eli yüzü düzgün daha okunabilir şeyler var.
Burada yalnız bir yayıncılık alanı olarak radyo ve televizyon yayıncılığını hariç tutmamız lazım. Orada o kalite ve estetik ne yazık ki henüz bulunabilmiş değil. Editörlük meselesine gelince yayıncılıkta editörün önemi, fonksiyonu ve yayını domine eden etkisi bizim camia tarafından henüz fark edilmiş değil. Bu yüzden halka dönük yayıncılığa baktığımızda metin özelliği bakımından çok problemli kitaplar, dergiler görüyoruz. Burada genel geçer evrensel metin özelliklerini bilen, bir metin mimarisinin farkında olan diğer taraftan bulunduğu alana dair birikimi olan editörlere ciddi manada ihtiyaç olduğunu, yayınevlerinin ise bu ihtiyacı fark edemediklerini düşünüyorum. İki sene evvel Diyanet İşleri Başkanlığı’nın organize ettiği “Dinî Yayıncılık Sempozyumu”nda bu meseleyi dile getirmiştim. Diyanet yetkilileri bu meseleyi sonuç bildirgesinin içine koydular fakat orada gördüğüm yayıncı arkadaşlar sanki böyle bir meseleleri yokmuş gibi davrandılar.
Bir yayınevi için editör yayının beynidir. Eğer edebiyat yayıncılığı yapmıyorsanız yazı, bir editör için esasen bir ham madde, terzinin elindeki kumaş gibidir. Editör, o kumaşla neler yapacağına karar verir. Bir bütün içerisinde nerede kullanacağını, nereye koyacağını, yazının üzerinde hangi tasarrufları yapacağını, bunun ne kadarı o yazarla ne kadarını editöryal masayla yapabilir? Bütün bunlardan hareketle editör yayının beyni gibidir diyebilirsiniz. Ama görebildiğim kadarıyla henüz bizim dinî yayın camiası içinde editörün bu fonksiyonu bilinmiyor. Belki kifayetli miktarda editör olmadığı için editör meselesi problemli.
Tanıl Bora’nın Virgül dergisinde yayımlanmış bir “Editör kimdir, görevi nelerdir?” başlıklı bir yazısı var. Ben genelde insanlara bunu tavsiye ediyorum. Orada yazılanlara baktığınızda bizim dinî camianın editör konusundaki sıkıntılı olduğu noktaları daha iyi görebilirsiniz.
Dinî yayınların popüler yayıncılıkla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz.?
Popüler yayıncılığı halka dönük yayıncılık olarak tercüme edeyim çünkü popüler yayıncılık deyince başka anlamlar da içerebiliyor. Bir yayını halka sunarken ciddi bir seviye problemiyle karşı karşıyayızdır. Halk bunu anlayacak diye ya vulgarize edip metni bağlamını unutturacak kadar hafifletmek ya da içerisine bir takım unsurlar koyup dozajını ayarlamak problem olan bir mesele. Daha net bir şey söyleyeyim: Bazı kitaplarda kişisel gelişimden ödünç alınmış bir üslup kullanılıyor. Evet, kişisel gelişim kitaplarının çok kolay anlaşılan bir üslubu vardır fakat üslubun yanında kişisel gelişimin kültürünü de taşırsan bu çok problemli bir şeydir. Ya da şöyle bir şey söyleyeyim. İşte insanlar o metne ilgi göstersin diye görsel malzemeyle çaba gösterirken başka bir kültüre ait görsel unsurlar kullanılıyor. Bu da çok sık yapılan bir yanlış. Öyle bir fotoğraf ya da illüstrasyon kullanılıyor ki tamamen dinin dışında bir söylem taşıyor. Böyle problemler var. Bir mesajı halka indirirken insanlara anlayacağı dilden konuşmak sünnet-i seniyyedendir ama o metnin sıhhatini ve kullanılan yan unsurların o sıhhate eşlik edip etmediğini takip etmek gerekir.
Dinî yayınlara didaktik üslubu bir mecburiyet olarak görüyor musunuz?
Tabi ki. Sonuçta din bazı formel bilgileri öğretmek zorunda olduğunuz bir alan. Mesela namazı öğretirken didaktik olmak zorundasınız. Ama başka alanlar üzerinde konuşurken sosyal, kültürel, psikoloji, tarih gibi konularda didaktik olmazsınız. Mostar Dergisi’nin yaptığı gibi.
Dinî yayınların muhataplarıyla empati kurması gerektiğine inanıyor musunuz?
Eğer derdiniz insanlara bir şeyleri öğretmekse belli ölçüde empati kurmanız lazım. Fakat müslüman yayıncının temel sorunu kendi dini ile dininin hükümleri arasında empati kurmaktır. Sonra okuyucu ile empati gerekir. Yani muhatabımla empati kuracağım aman onu ürkütmeyeceğim derken cehennemi gizleyemezsiniz. Cenabı Hakk’ın elbette rahmetini anlatmak önce gelir ama cennetin yanında cehennemden de çokça bahsedilir Kur’an’da. Yani ümide korkunun da eşlik etmesi gerekir. Kurbanı anlatırken, işte bir hayvanın boğazlanması, kan akıtılması gerektiğini bugünkü şiddet kültürü ile yan yana konulur diye gizlemek mi gerekir? Burada empatinin hakikatle yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda birazcık problemli olduğumuz bir gerçek. Özellikle daha çok sevimli, muhabbetli, çiçekli böcekli konulardan dem vuruluyor fakat bu empati değil. Empatiyse bile doğru bir empati değil. Hazreti Peygamber’in (sav) her akıldan her kültürden insanlara anlattığı şeyler belli şeylerdir ama onlara değer vererek, yüzlerine bakarak anlatmıştır. Denilir ki onunla konuşan herkes onun nezdinde dünyanın en önemli insanı olduğunu hissederdi. Bir çocukla muhatap olduğunda çocuğu kendi göz hizasına getirir ya da çocuğun seviyesine çeker ve onunla öyle konuşurdu. Empati diye mesajı deforme etmek, bir takım bilgileri saklamak yahut mesajın içinde bir takım unsurları orantısız bir şekilde öne çıkarmayı problemli bulurum.
Yayıncılık multimedya yayıncılığa evrilirken, dinî yayıncılık nerede duruyor?
Ne yazık ki teknoloji kullanımı konusunda kendimi biraz düz buluyorum. Bu teknoloji odaklı dijital yayıncılık meselesinde hevesli olanlar çok bilgi birikim sahibi insanlar değil ama ciddi düzeyde bazı işler de var. Mesela sonpeygamber.info diye bir site var. Fakat genel olarak gördüğüm şeyler saçık savruk, pek çoğunun hem kullanılan görsel ve işitsel materyaller açısından pek de iyi olmadığını düşünüyorum. O teknolojinin sahibi olan Batı’ya kıyasla çok geride olduğumuzu düşünüyorum Ama onlarda da kendi dinlerine dönük içeriklerde çok ciddi bir inandırıcılık problemi olduğunu görmemek mümkün değil. Tabi bir taraftan teknolojinin bütün imkânları kullanılabilir ama başta söylediğimiz gibi muhtevanın sıhhatinin daha önemli olduğunu düşünürüm.
Kaynak: Mostar Dergisi, Mayıs 2015